MEHMET AKSEL'DEN

Tersane İstanbul

23.12.2021

Geçen cuma sabahı Tersane İstanbul projesini görmeye gittim.

 

Bulgar Kilisesi’nden Fener Rum Patrikhanesi’ne, Ayasofya ve Şehzade Camii’nden Galata Kulesi’ne, tarihi yarımadayı pek de alışık olmadığımız bir açıdan kadrajlayan müthiş bir lokasyon, insanın içini ürperten güzellikte binalar, harika bir proje, büyük bir hafriyat ve arı kovanı gibi bir çalışma.

Düşüncelerimi de anlatacağım tabii ki ama önce size az biraz öğrendiğim tarihinden bahsedeyim müsadenizle…

Tersâne-i Âmire, 16’ncı yüzyıldan Osmanlı’nın sonuna kadar imparatorluğun ana üssü ve donanma tersanesiymiş.

Hikaye, Fatih Sultan Mehmet’le başlıyor.

İstanbul’u fethettiğinde Ceneviz gemilerini gören Fatih, kendisine de bu gemilerin aynılarından yapılması emrini veriyor..

Doğru öğrendiysem eğer ilk çalışmalar Sarayburnu’nda başlıyor ama yapılan gemiler denize indirilirken yaşanan bir problem yüzünden gemi yapım faaliyetleri için daha sakin bir ortam olan Haliç’e taşınılmasına karar veriliyor.

1461 senesinde birkaç gemi inşa tezgahı, bir mescit ve Divanhane binasıyla başlayan Tersâne-i Âmire’nin hikayesi, sonrasında da tüm imparatorluk tarihi boyunca önemini kaybetmeden her zaman ilgi odağı oluyor.

Yeni bir gemi yapıldığında gemilere isim verme törenleri düzenleniyor, halkın büyük katılım gösterdiği şenlikler organize ediliyor, özellikle çok sayıda geminin veya önemli bir geminin denize indirildiği zamanlarda sultan bizzat törene geliyor, kurbanlar kesiliyor ve seyre gelenlere ziyafetler veriliyor.

Fatih’in temellerini attığı tersane, Yavuz Sultan Selim döneminde yapılan çalışmalarla gerçek anlamda büyüyor ve kadırga tipi gemilerden kalyon tipi gemilere geçişle birlikte dünyada değişen gemi inşa teknolojilerine ayak uydurmak için III Selim döneminde gemi inşa havuzu, Valide Hanım Kızağı, Taş Kızak ve Ağaç Kızak inşa ediliyor ve en nihayetinde de Kanuni Sultan Süleyman zamanına gelindiğinde tersane Akdeniz’in en büyük tersanesi konumuna geliyor..

II Mahmut döneminde büyük kalyonların yapımına imkan tanıyan gemi inşa havuzlarından ikincisi, Abdülmecid, Abdülaziz ve Abdulhamit dönemlerinde ise buharlı gemilerin inşa edildiği bir ek tersane yapılıyor.

İstanbul’un işgali (1918) sırasında tersane ağır bir darbe alarak Gölcük’e taşınıyor.

1941 yılında imzalanan Boğazlar Anlaşması ile tekrar faliyet göstermeye başlayan tersane, 1960 yılında yapılan eklemeler ile oldukça büyüyor ve bugünkü son şeklini alıyor..

Daha sonra Galata Köprüsünün yapılması ile gemiler tersane alanına giremiyor ve kapanma süreci başlıyor.

Bu hikayenin birazını biliyordum, bir kısmını da yeni öğrendim.

Benim tanık olduğum dönem ise daha çok Haliç bölgesini etkileyen endüstriyel yıkım ve 1980’lerde Haliç’i dönüştüren imar planları bölümü ki her nasılsa o yıkımdan kurtulmuş ve mucizevi bir şekilde günümüze ulaşmış bizim tersane, buna da şükür.

Camialtı ve Taş Kızak tersaneleri İstanbul’da yapılan yeni sanayi sitelerine taşınana kadar aktif kaldı ki ben en çok bu zamanlarını hatırlıyorum oranın.

Şimdi Tersane İstanbul bambaşka bir anlayışla tekrar hayata dönüyor.

Ama lütfen korkmayın bu sefer gerçekten bir şaheser ortaya çıkıyor sanırım / umarım.

Bu güzel proje içinde konaklama alanları, konut alanları, ofis alanları, kültürel alanlar ve perakende alanlarını içinde barındıracak harika bir kompleks inşa ediliyor.

 – Eski binaları ve bunlara adapte edilecek moderniteyi,

 – Özen gösterilen yerelliği,

 – Orada yaşanmış tarihin korunması ve yanısıra tersanenin eski fonksiyonlarının da görünür olacağı fikrini,

 – Tasarlanmış yerleşim anlayışını ve öngörülen bitki örtüsünü,

 – Hem deniz kenarının huzurunu ve hem de iç tarafların şıklığını,

 – Ulaşımda deniz yoluna ağırlık verilmesini; İstanbul’da sıklıkla yaptığımız hata gibi deniz kenarında olup da denizi yok saymadan denizin projeye dahil edişini,

 – İçinde bulunduracağı dört büyük müzesi ve değişik sanat galerileri ile sanata ve kültüre bakış yaklaşımını,

 – Tarihinin, binalarının ve kurgulanan yiyecek içecek deneyiminin harmanlanış şeklini,

O kadar, o kadar, o kadar beğendim ve etkilendim ki düşüneni de izin vereni de çizeni de yapanı da ve hatta içinde yer alacak olanları da tebrik ediyorum.

 – Düşünün ki yüzyıllar önce torpido üretilen fabrikaya giriyorsunuz ve orada konser, tiyatro izliyorsunuz.

 – Düşünün ki gemilerin karaya çekildiği kızağın üzerinde oturup deniz üzerine kurulan sahnede, iyot kokusunu içinize çekerek resital dinliyorsunuz.

Her şey güzel düşünülüp tarihe saygıyla kurgulanmış gibi geldi bana, umarım yanılmam.

Sanırım biz de MSA olarak içinde çok çok güzel bir projeyle yer alacağız.

Başka bir yazımda projeyi daha detaylı anlatırım ama o günden aklımda kalan iki önemli şeyi paylaşayım müsadenizle…

Birincisi, 70’lerden beri İstanbul’u karış karış babamla gezen ve bilen biri olarak orayı gerçekten kaçırmışım (Kim bilir daha nereleri kaçırıyorum İstanbul’da). Atmosfer de binalar da büyüleyiciydi. Bazı binaları kriko yardımıyla yükselterek onarıyor.

İkinci olarak, inşaat çalışmaları sırasında açığa çıkartılan arkeolojik eserlere gösterilen özen çok hoşuma gitti.

Çıkanların hem İstanbul Arkeoloji Müzeleri denetiminde şantiye, hem de bakanlık tarafından son derece ciddi ele alındığını ve sahiplenildiğini öğrendim.

Açığa çıkartılan taşınabilir buluntuların yanısıra tespit edilmiş bir kalıntı da üzerine yapılacak cam bir döşemeyle tarihinden koparılmadan sergilenerek geleceğe aktarılacakmış.

Daha bol bol yazacağım size burayı, aşık oldum desem yeridir.

Neyse, çok uzattım ama inanın lütfen uzun zaman sonra İstanbul’a yakışır bir proje gördüm diyebilirim ve biraz evvel yazdığım gibi gibi umarım yanılmam.

Günün devamı…

Tersane İstanbul’daki toplantım sonrası Pfizer-BioNTech aşımı yaptırmak için Nişantaşı’nda Amerikan Hastanesi’ne gidiyordum.

Vali Konağı Caddesi’ne girdim ki trafik kilit.

İlk karşılaştığım absürtlük ve kural tanımazlık otomobillerin aksi istikametine aralarından geçerek geri giden kuryelerinkiydi. Resmen cama vuran yağmur damlaları misali sağdan soldan umursamaksızın ve küstahça, akın akın ters istikamette üzerimize gelip yanımızdan geçiyorlardı.

Zorla biraz ilerleyebildik ki zorla olmasının sebebini de anladım. Caddede ikinci sıra olarak park etmiş üç-dört araç trafiği kum saatine çevirmişti. Biri DHL. Hadi ötekiler bildiğin terbiyesiz, ama sen bir dünya markasını temsil ediyorsun, nasıl yolun ortasına parkedip gidersin aracını, üzerinde taşıdığın markadan utan.

Zar zor 100 metre daha ilerleyebildik ki sağda motorunu park etmiş bir polis gördüm. Zat-ı muhterem motoruna dayanmış, ayaklarını da yanındaki bir içecek kasasına uzatmış, telefonuyla ilgileniyor. Trafik kilitmiş, araçlar çift sıra park edip gitmiş, umurunda değil adamın.

Camı indirdim ve “Memur bey, 100 metre geride durum kim kime dum duma” dedim.

Sesimin kararlılığından olsa gerek lütfen bi baktı arkaya doğru, motorundan indi, 15-20 adım attı geriye doğru. Aynadan takip ettim, biz biraz ilerleyince geri döndü, motoruna binip çakarlarını çalıştırarak çekti gitti.

Çok merak ediyorum, bu arkadaşlarımızın bir görev takibi, bir “Sen ne yaptın bugün” listesi veya sorgusu var mı.

Maslak tarafına giderken de Mecidiyeköy’de dubaların üzerinden ters ya da yan yola geçen araçlar mı istersiniz, kaldırımdan giden kuryeler mi istersiniz, bir çıkışa dört şerit giriş yapan uyanıklar mı, yoksa yol üzerinde yolcu indiren toplu taşıma araçları mı istersiniz, seçin beğenin rezilliği..

Maslak’a geldim, artık bir klasik olan vale terörü etrafta. Yol kenarındaki park yerlerinin işgal durumunu geçtim, plazaların ortasında bir göbek var otomobillerin döndüğü; refüj mü, valeler için özel park alanı mı belli değil.

Polis? Göbeği seyreden köşede restoranda köfte yiyor.

Dedim ya kim kime, dum duma.

Nasıl düzelir bu iş, hiçbir fikrim yok.